18 Nisan 2017 Salı

RUSYA FEDERASYONU’NUN DEĞİŞEN GÜVENLİK STRATEJİSi / MAKALE/LOKMAN YILMAZ

RUSYA FEDERASYONU’NUN DEĞİŞEN GÜVENLİK STRATEJİSİ    

Lokman YILMAZ
GİRESUN ÜNİVERSİTESİ
GİSAT YÖNETİM KURULU BAŞKANI


ÖZET
SSCB’nin güvenlik politikaları soğuk savaş sonrası şekillenmeye başlamıştır. Soğuk savaş boyunca sabit bir düşman olduğu için tehlikenin nereden geleceği tahmin ediliyordu ve ona karşı batı dünyası topluca NATO şemsiyesi altında bir güvenlik yapılanmasındaydı. Bu yapılanma seksenli yıllarda değişmeye başladı ve soğuk savaş sonrası yeni bir düzene doğru yol aldı. Özellikle küresel terörizm, terörizmle mücadele ve terörizm tehditleri ön palana çıktı.  İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu sistem dünyada ki dengeleri değiştirmiş uluslararası arenada yeni bir ittifakın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Rusya, 1995 yılı itibariyle “Yakın Çevre” üzerindeki etkinliğini kaybetmeye başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, ABD’nin 90’lı yılların ortalarına kadar takip ettiği “önce Rusya” stratejisini terk ederek, BDT ülkeleri, özellikle de Orta Asya ve Kafkasya Cumhuriyetleri ile doğrudan ilişkileri geliştirme çabası içinde olmasıdır. Washington’un bu bölge stratejisinde cereyan eden bu değişimin en önemli sebebi, bölgedeki enerji kaynakları üzerinde daha etkin olma ve Rusya’nın etki alanını daha kısıtlı ve azaltıcı bir hale getirmedir. 1990’ların ikinci yarısında Hazar enerji rezervlerinin ve ihracat güzergâhlarının Rusya’nın hem ekonomik hem de ulusal güvenliği için taşıdığı önemin giderek daha fazla altı çizilmeye başlanmıştır. SSCB’nin izlemiş olduğu güvenlik politikalarından farklı olarak 2000’li yıllarla beraber Putin’in başa geçmesiyle bölgesel bir güç ve hatta eski süper gücüne kavuşmak için ulusal güvenliği ön plana almaktadır. 11 Eylül sonrasında ABD ile Rusya arasında doğan terörizme karşı iş birliğinin etkisiyle ivme kazanmış ve bu süreç NATO içerisinde Rusya’nın etkinliğini arttıran NATO-Rusya Konseyi’nin oluşturulması ile sonuçlanmıştır. 2002 yılı   itibarıyla taraflar arasında artan iş birliğine rağmen, NATO’nun Rusya’nın ‘etki alanı’ olarak gördüğü eski Sovyet coğrafyasına kadar genişlemesi, bu coğrafyada giderek daha fazla etkinliğini arttırarak üsler açması ve askerî teçhizat konuşlandırması, Putin iktidarının tepkisini çekerek ilişkilerde yaşanan canlanmayı sekteye uğratmıştır Putin dönemi RF’nun güvenlik stratejileri bu yönde ilerlemiş ilk etap da NATO’nun yayılmacı politikasına karşı önlemler almaya çalışmıştır. 2004 yılında yapılan İstanbul Zirvesi, NATO’nun artık doğu Avrupa’nın haricinde Ortadoğu’ya, Akdeniz’e, Kafkaslara ve Orta Asya’ya yayılabilecek olan bir organizasyon amacını taşıdığını ortaya koymuştur. RF kendi etki alanını, enerji güvenliğini ve süper güç olmaya yolundaki hayallerini sekteye uğratmamak için yeni güvenlik stratejileri belirlemiş ve 10 Şubat 2007 tarihindeki 43. konferansta ise Vladimir Putin’in yaptığı konuşmada, Putin tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olduğunu vurgulayarak konferansa damgasını vurmuştur. Putin konuşmasında özet olarak; NATO’nun bir dünya örgütü olmadığını, Avrupa’yı koruyacak bir nedeni olmadığını, Amerika’nın tek başına dünyaya hâkim olamayacağını söylemiştir. Putin 10 Şubat 2007 tarihinde Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmayla yeni bir Rusya dış politika çerçevesi çizmiştir. Rus güvenliğinin temelinde öncelikle geniş coğrafyası, stratejik konumu ve doğal kaynakları yer almaktadır

Anahtar kelimeler: NATO, Rusya Federasyonu, SSCB, Güvenlik,



GİRİŞ
Vladimir Putin jeopolitik konumu ve sahip olduğu enerji kaynaklarından dolayı dış politikasını güvenlik çerçevesinde şekillendirmiştir. Rusya Federasyonu enerji politikalarını dış politikanın temeline oturtarak ulusal güvenliğini dahi bu politikaya yaslamıştır. Güvenlik açısından sıkıntı yaşamak istemeyen Rusya komşularıyla ilişkilerini iyi tutmaya çalışmış yada komşularını kendine bağımlı kılmıştır. Güney Kafkasya bölgesi bunun en büyük örneğidir;  Rusya, bu bölgede NATO’yu görmek istemiyor. Gürcistan bu bölgede NATO üyesi olmak istiyor,  2003-2008 arasında sürekli olarak NATO’ya üye olmak istediğini söylüyordu. Daha sonra Rus tankları Tiflis’e geliyor ve Gürcistan vazgeçiyor. Bu bölge Rusya’nın yumuşak karnı olarak bilinmekte çünkü Rusya, Batıyı buraya sokmak istememekte,  AB, ABD ve Türkiye’nin bu bölgede etkinlik kurmasını engellemek istemiştir. Bu bölgeyi kendi etki alanı olarak görmektedir. Bu topraklarda yaşanacak bir olayı kendi topraklarına müdahale olarak düşünmektedir. Rusya’nın “Avrasya Ekonomik İşbirliği Örgütü” adı altında bir projesi vardır. Orta Asya ve Kafkasya’yı bu örgütün içinde düşünmektedir. Bu proje Moskova merkezli, AB benzeri yeni bir entegrasyon girişimidir. Rusya Federasyonu bu coğrafyadaki devletleri NATO ile ilişki kurmamaları için NATO benzeri bir örgüt olan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü oluşturmuştur. NATO ile aynı nitelikleri taşımaktadır. Rusya hem doğalgaz üretimi hem de rezervleri bakımından ilk sırada yer almasına rağmen enerji anlamında kendinden başka bir güç kabul etmek istemeyen Vladimir Putin kendine rakip gördüğü ülkelerle siyasi baskılarla da olsa anlaşmalar imzalayıp, Rus doğalgazına alternatif üretmeye çalışan Türkiye ve AB’yi geçici olarak da olsa engellemiştir. 2003 yılında Türkmenistan ile yapılan doğalgaz anlaşması bu konuda büyük önem taşımaktaydı. 13 Mayıs 2002’de Rusya ve ABD’nin stratejik nükleer silahların azaltılması konusunda anlaşmaya vardıklarını açıklamalarından bir gün sonra, 14 Mayıs’ta İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te bir araya gelen NATO ve Rusya’nın dışişleri bakanları, Moskova’nın diğer üye ülkelerle eşit statüye sahip olacağı yeni bir Konsey’in kurulması konusunda anlaşmaya varmışlardır. (2002, http://www.jamestown.org/publications_details.php?volume_id=30&issue _id=2407&article_id=19559) Reykjavik’teki bu anlaşma ile NATO’nun kısmi üyesi hâline gelen Rusya’nın NATO’nun yirminci üyesi olarak kabul edileceği bazı ortak konular saptanmıştır. Buna göre terörle mücadele, kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve barış gücü faaliyetleri konusunda Rusya ‘kısmi üye’ olarak NATO kararlarına katılabilecektir.


RUSYANIN DEĞİŞEN GÜVENLİK STRATEJİSİ
Ruslar eski zamanlardan beri özellikle komünist rejimin kurulmasını takiben bir çevrilme-kuşatılma endişesi ile yaşamışlar ve hudutları boyunca kendilerine karşı güçlerin oluşumuna mani olma veya bunları yanlarına çekebilme çabası içinde olmuşlardır. İkinci Dünya Savaşını takiben yenik Almanya’nın Doğusu ile Nazi işgaline son verdikleri Doğu Avrupa ülkelerinde Moskova’ya bağlı ve onun kontrolünde Komünist peyk rejimler kuran Stalin, Rusya’nın etrafında Demir Perde ile özlediği güvenlik çemberini kurmuştu. Ancak her şeye rağmen belirli bir kültürel birikime, değişik örf adetlere ve sosyal yapıya sahip “Demir Perde” ülkelerini Moskova etrafında peyk olarak tutmak kolay olmamış, Rusya’nın 1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya’da olduğu gibi askeri güç kullanılmasını gerektirmiştir. 1 Ayrıca önemli ekonomik ayrıcalıklar (çok ucuz petrol, gaz gibi) tanınması ve zaman zaman büyük yardımlar yapılması da siyasi güdümlü Rus ekonomisi için ağır yükler getirmiştir. SSCB’nin dağılmasından sonra “Demir Perde” ülkeleri ve eski Sovyetler Birliğine dâhil üç Baltık ülkesinin Batı ile kurumsallaşmaya yöneldiğini gören Rusya, var gücü ile eski Sovyet coğrafyasına ait iken bağımsız olan ülkeleri kendi etrafında toparlamaya çalışmıştır.1  Bu çerçevede Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT), Kolektif Güvenlik Anlaşması Teşkilatı gibi kuruluşları hayata geçirmişse de bu kuruluşların fazla bir ağırlık kazanamadığı görülmüştür. Putin iktidara gelir gelmez Rusya’yı her yönü ile güçlendirmeye öncelik vermiş bunda da bir hayli başarı sağlamıştır. 1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasını büyük bir felaket olarak niteleyen Putin, son yıllarda AB modelinden ilham alan ve eski Sovyet ülkelerini ve Moğolistan’ı kapsayacak Avrasya Birliği projesini ortaya atmıştır. Putin’in bu projesini Ruslar, 2015 yılında hayata geçirmeyi planlamaktadır. Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliği’nden bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkışı sonrası 1990’lı yıllardaki Yeltsin döneminde siyasi, ekonomik ve konvansiyonel askeri gücünü önemli ölçüde kaybetmişti. Bu dönemde uluslararası sistemin belirleyici unsuru olmaktan da uzaklaşan Rusya, 2000 yılında iktidara gelen Vladimir Putin ile trendi tersine çevirdi. Putin, bölgesel yönetimlere, medyaya ve iş dünyasına uyguladığı baskı ile gücü tekrar merkezi yönetim üzerinde topladı. 2 Putin iktidarı ile Rusya, hem Batı hem de Doğu ile ilişkilerini geliştirmeyi amaçlamış, bir taraftan NATO ile iş birliğini geliştirirken diğer taraftan da Doğu’da Şangay İşbirliği Örgütünü kurmuş ve çeşitli Orta Asya ülkesi ile ortak güvenlik anlaşmaları imzalamıştır. Yani bir anlamda Putin, Avrasyacı ve Atlantikçi eğilimler arasında bir denge sağlamaya çalışmıştır. Rusya, uluslararası güvenlik alanında önemli diplomatik roller oynamaya devam etmektedir. Bir yandan Eski Sovyetler Birliği bölgesinde etkisini sürdürmeye gayret ederken diğer yandan Doğu ile Batı arasında kendine bir yer bulmaya, Avrupa ile iyi ilişkiler geliştirmeye, NATO’nun genişlemesini frenlemeye çalışmaktadır. Uluslararası platformlarda kendine güçlü bir konum edinmeye çalışan Rusya, NATO-Rusya Daimi Konseyi ile edindiği NATO faaliyetlerinde söz sahibi olma pozisyonundan memnun değildir.  G-7 veya sonraki adı ile G-8’de ki siyasi gücü ise oldukça sınırlıdır. 3

Rusya Devlet Başkanı Putin, 2016 Ulusal Güvenlik Stratejisi'ni imzalaması. Putin'in 2015'in son gününde onay verdiği ve 2020'ye kadarki önceliklerin belirlendiği stratejide, 'renkli devrimler' ve kimyasal silah Rusya'nın karşı karşıya olduğu en büyük tehditler olarak gösterildiğini belirtiyor. Vladimir Putin'ın 31 Aralık 2015'te imza attığı strateji planının ilk kısmında "Strateji, Rusya Federasyonu'nun ulusal çıkarlarını ve stratejik ulusal önceliklerini, dış politika hedeflerini, ulusal güvenliği güçlendirmeye ve istikrarlı uzun vadeli kalkınma sağlamaya yönelik hedef ve önlemlerini belirleyen kilit bir stratejik plan belgesidir" ifadeleri yer aldı. Belgenin geri kalan kısmında 9 kilit nokta ise şu şekilde;
1-Ulusal güvenliğe en belli başlı tehditler arasında renkli devrimler ve yolsuzluk yer alıyor. Belgeye göre milliyetçi ve dinci ideolojileri kullanan radikal gruplar, bazı yabancı ve uluslararası sivil toplum kuruluşları ve özel kişilikler Rusya'nın toprak bütünlüğünü yok etmeye ve siyasi süreçleri istikrarsızlaştırmaya çalışıyor. Belgede yabancı istihbarat servisleri, terörist ve aşırıcı gruplar ile suç örgütleri de tehdit olarak gösteriliyor.
2-Rusya'nın 2016'daki Ulusal Güvenlik Stratejisi'ne göre, nükleer silah sahibi ülkeler belli riskler taşıyor. Ancak nükleer silahın yanı sıra kimyasal silahlar da tehlikeyi artırıyor: "ABD'nin Rusya'ya komşu ülkelerdeki biyolojik askeri laboratuvar ağı genişliyor."
3-Belgede NATO'nun Rusya sınırlarına kadar yaklaşması diğer bir tehdit olarak tanımlanıyor. 'Eşit ve bölünmez güvenlik ilkelerine' uyulmadığı belirtilen belgede tüm bunlara rağmen Rusya'nın NATO, ABD ve AB ile hâlâ diyalog ve iyi ilişkilerden yana olduğuna vurgu yapılıyor.
4-Belgede  değinilen bir diğer önemli nokta da ABD ve AB'nin Ukrayna'daki darbeye destek vermesi. Bu desteğin Ukrayna toplumu içinde derin bir ayrılık yarattığı ve silahlı çatışmalara yol açtığı vurgulanan raporda, aşırı sağcı ideolojilerin yükselişi ve kasten oluşturulan 'düşman Rusya' imajının, Avrupa'da ve dolayısıyla Rusya sınırında uzun vadeli istikrarsızlık kaynağı yarattığı savunuluyor.
5-Öte yandan belgede Rusya'nın nükleer potansiyelini düşürmeye hazır olduğu ama bunun sadece karşılıklı anlaşma ve çok taraflı görüşmeler üzerinden yapılabileceğinin altı çiziliyor. Sunulan diğer şart ise şöyle: Rusya, uluslararası güvenlik ve stratejik istikrara zarar vermeksizin nükleer silahların azaltılmasına yarayacak gerekli koşullara katkıda bulunulacaksa da, nükleer potansiyelini düşürmeye hazır olduğunu belirtiyor.
6-Diğer taraftan 2016 Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde enformasyon savaşına da dikkat çekiliyor ve uluslararası etki yaratmaya uğraşan gizli servislerin oldukça aktif olduğuna vurgu yapılıyor.
7-Bunların yanı sıra askeri güce ise yalnızca 'ulusal çıkarları korumak için başvurulan diğer yollar etkisiz kaldığı' takdirde başvurulacağı belirtiliyor.
8-Bu arada belgede Rus ekonomisinin 'rekabetçi olmadığı ve kaynak bağımlılığı yüzünden' istikrar sağlayamadığı ifade ediliyor.  Ekonominin dış ekonomi çevresindeki koşullardan etkileniyor olmasının da işeri kolaylaştırmadığı söyleyen belgede, küresel ve bölgesel krizler ile hukukun kötüye kullanımının ekonomi üzerinde olumsuz bir etki bıraktığı, bunun da gelecekte su ve biyolojik kaynakları tehlikeye atacağı belirtiliyor.
9-Rus hükümetinin gerekli önlemleri almaya hazırlandığı ifade edilen belgede, "Ekonomik tehlikelere göğüs germek için, hükümet toplumsal ve ekonomik politikayı hayata geçirecek. Bu politikanın kapsamında da mali sistemi güçlendirmek ve rublenin istikrarlı hareket etmesinin sağlanması yer alıyor. Ayrıca Rusya Çin, Hindistan ile Latin Amerika ve Afrika ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye de büyük önem veriyor. 4

1 DERMAN SAYNUR G. (2016) RUS DIŞ POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİM VE KREMLİN PENCERESİNDEN YENİ UFUKLAR ANKARA: Srt Yayınları

Mikail Hasan E.  (2007) YENİ ÇARLAR VE RUS DIŞ POLİTİKASI ANKARA: IQ Kültür Sanat Yayıncılık

Kamalov İlyas (2008) Moskova'nın Rövanşı  Putin Dönemi Rus Dış Politikası Ankara: YEDİTEPE YAYINEVİ

2 DAĞI ZEYNEP (2002) RUSYA’NIN DÖNÜŞÜMÜ ANKARA: Boyut Yayın Grubu

3 ÜLGER İRFAN K. (2015) PUTİNİN ÜLKESİ İSTANBUL: SEÇKİN YAYINCILIK
4  tr.sputniknews.com/rusya/2016/rusya-ulusal-guvenlik-strateji


Rusya Federasyonu Ulusal Güvenlik Doktrini
Doktrin 10 Ocak 2000 tarihinde yürürlüğe girmiştir.  Doktrin genel olarak 4 bölümden oluşmaktadır.  Birinci bölümde RFNA Uluslararası Toplumun içinde bakılmaktadır. İkinci bölümde RF ulusal çıkarlarına değinmektedir.  3. Bölümde RF yönelik ulusal güvenlik tehditlerine değinmektedir.  4. Bölümde de RF’nun ulusal güvenliğinin sağlanması üzerinde durulmaktadır.
Doktrin de RF varlığına devletin ve toplumun güvenliğine yönelik her türlü iç ve dış tehdide karşı alınacak önlemlerin bir bütünü oluşturduğu ifade etmektedir. RF’nun güvenliğinin ne anlama geldiği de RF’nun bağımsızlığının ve egemenliğinin tek kaynağı olan çok etnikli halkın güvenliği olarak belirtilmiştir. Doktrin özetle müteakip programlarda belirtilen hususlara yer vermiştir.9
9 Öztürk OSMAN M.  (2001) RUSYA FEDERASYANU ASKERİ DOKTRİNİ ANKARA: ASAM YAYINLARI

15 Nisan 2017 Cumartesi

Uluslararası İlişkiler Perspektifinden Çin Ekonomisi /ANALİZ


Çin Ekonomisinin Gerçekleri ve Küreselleşen Dünyaya Etkisi
 
Çin ekonomisi, 2016'da (satın alma gücü paritesine dayalı olarak) 21.27 trilyon dolar üretti. Dünyanın en büyük ekonomisi. Avrupa Birliği 19,1 trilyon dolarla ikinci sırada. Amerika Birleşik Devletleri, 18.5 trilyon dolar üreten üçüncü sıraya düştü.Çin'in dünyadaki diğer herhangi bir ülkeden daha fazla 1,37 milyar kişi var. Çin hala yaşam standardı bakımından nispeten yoksul bir ülkedir. Ekonomisi yalnızca kişi başına 15.400 dolar, kişi başı ABD doları 57.300 dolar ile karşılaştırıldığında üretiliyor.
Düşük yaşam standardı, Çin'deki şirketlerin çalışanlarını Amerikan işçilerinden daha az ödemesine olanak tanır. Bu, ürünleri daha ucuz yapar, bu da yurtdışı üreticileri Çin'e iş dış kaynaklı olarak üretmeye yönlendirir. (Kaynak: "Çin Ekonomisi, CIA Dünyası Faktörü.")

Çin Ekonomisinin Bileşenleri

Çin ekonomik büyümesini düşük maliyetli makine ve teçhizat ihracatı üzerine inşa etti. Büyük devlet harcamaları, bu ihracatı artırabilmek için devlete ait şirketlere girdi. Bu şirketler kendi endüstrilerine hâkim. Bunlara büyük üç enerji şirketi dahildir: PetroChina, Sinopec ve China National Offshore Oil Corporation. Bu devlete ait şirketler, özel firmalardan daha az kârlıdır. Özel şirketler için yüzde 13,2'ye kıyasla sadece yüzde 4,9'luk varlık döndürüyorlar.
Çin işçiler çekmek için bu fabrikaların çevresindeki şehirleri geliştirdi. Sonuç olarak, Çin ekonomisinin dörtte biri gayrimenkuldedir. Hükümet ayrıca demiryollarının inşasını ve diğer altyapıyı büyümeyi desteklemek için finanse etti.
Sonuç olarak, alüminyum ve bakır gibi muazzam miktarda mal ithal etti.2013 yılına gelindiğinde, yıllık büyüme yüzde 10'luk bir artış kabarcık haline gelmekle tehdit etti. İşte o zaman Çin ekonomik reforma baktı.

14 Nisan 2017 Cuma

Birinci Dünya Savaşı'na Dair Fotoğraflar


Topluluğumuzun Basın-Yayın ekibinin Birinci Dünya Savaşı ile alakalı  oluşturmuş olduğu fotoğraf sergisi..





Winston Churchill savaşın gidişatı hakkında bilgi veriyor, 1915.


Birinci Dünya Savaşı sırasında, Alman İmparatorluk Ordusu'nda hizmet etmiş Afrikalılar, 1914-1918.
Osmanlı İmparatorluğu'na karşı başlatılan Arap İsyanı'nın başrollerinden Prens Faysal ve T. E. Lawrence Versay Barış Konferansı'nda, 1919.
Avusturyalı bir gözlemci ve uçağını savunmak için kullandığı 10 adet Mauser C96 tabancası, Birinci Dünya Savaşı 1914 - 1918.

Hilalli fesiyle Binbaşı Enver Bey - Selanik.
Birinci Dünya Savaşı sırasında bağlı olduğu alay karargâhının önünden hızlı adımlarla geçiş yapan Adolf Hitler - Fransa, 1915.


Osmanlı İmparatorluğu'na isyan etmiş Araplar isyanın sembolü bayrağın altında, 1916-1918.


Osmanlı Ordusu'nda bir erin alması gereken günlük kalori miktarı 3149'du. Gerçekte bu miktarın yarısını alabilmek ender görülen bir durumdu.
Batı Cephesinde görevlendirilen Hintli birlikler gaz maskeleri ile, 1915.
SAVAŞ HİLEDİR
İtilaf kuvvetleri askerlerinin birlikte siper kazarken çekilmiş propaganda fotoğrafı, 1916.
Franz Ferdinand.


Gelibolu'ya konuşlanan Türk askerleri dinlenirken, 1915.
Teftiş amaçlı kullanılan Alman gözlem balonu, 1917.

“Hürriyet olmayan bir memlekette, ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir.” Mustafa Kemal Selanik,1906






ÇİN DIŞ POLİTİKASI MAO ZEDONG DÖNEMİ

                                 
           
Çin halk Cumhuriyetinin kuruluşu 1949 da ilan edilmiştir.  II. Dünya savaşı yıllarında başlayan ve 1949 da sona eren bir iç savaş yaşanmıştır . Bu iç savaş Çin milliyetçileri ve MAO ZEDONG’ un kontrolündeki komünistler arasında yaşanmıştır.
Savaşın son 4 yılında yani 1945-1949 arasında birçok insan ölmüştür. Bu savaşı komünistler kazanmıştır. Çinlilerin bir kısmı ülkede kalmış bir kısmı da Çan-Key-Şek ile Çin’in güneyinde Çin Denizi’nin ortasındaki küçük ada olan Tayvan’a kaçmıştır.
Çan -Key-Şek :  1949’dan itibaren Tayvan’da Çin hükümeti adıyla bilinen kapitalizmin geçerli olduğu ve Amerika’nın müttefiki olan Tayvan’ı kurmuştur.
MAO ZEDONG ‘un dayanak noktası olarak Sovyetler Birliğini görmekteyiz. 3 temel düşünceye dayanmaktadır,
1-      Çin ve Sovyetler birliği hükümetinin dünyada komünizmin yayılması için ortaklık yapmaları ,
2-      Kendisini koruyacak ülkenin Sovyetler birliği olduğuna inanması,
3-      Ekonomik kalkınmasına ve teknolojisini geliştirmesine yardım edecek müttefikin Sovyetler
Birliği olmasıdır.
1950-1953 Kore Savaşında Çin, Sovyetler birliğinin yanında olduğunu göstermek için bu savaşa katılmıştır.
1953 ‘te Stalin’in ölümünden sonra , Stalin’in yöntemlerine büyük eleştiriler  vardır.
1955’ten sonra farklı bir dış politika anlayışına gidilmektedir.
1955’ten sonra Çin – Sovyetler Birliği ilişkileri gerilmiştir.
Çin 1955 yılında düzenlenen Bandung Konferansına katılarak bağlantısız ülkelere yaklaşıyor bunun sonucun da  Bağlantısızlar hareketi ortaya çıkmaktadır. Bandung Konferansı nedir?
Bandung Konferansı, 1955
18-24 Nisan 1955 tarihlerinde Endonezya'nın Bandung kentinde toplanan ve Bağlantısızlar Hareketi'nin temellerinin atıldığı toplantı. Endonezya, Pakistan, Hindistan, Seylan (Sri Lanka) ve Birmanya'nın düzenlediği toplantıya o zamanki dünya nüfusunun yarasından fazlasını oluşturan 20 Asya ve Afrika ülkesi katılmıştı.
Konferansı düzenleyen ülkeler, Batılı devletlerin Asya'ya ilişkin aldıkları kararlarda kendilerine danışılmamasından duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Tartışmalar temel olarak Sovyetler Birliği'nin Doğu Avrupa ve Orta Asya'daki tutumunun Batılı devletlerin sömürgeciliği ile eş biçimde eleştirilip eleştirilmemesinde yoğunlaştı. Sonunda "tüm görünümleri ile sömürgeciliğin" mahkum edilmesi üzerinde uzlaşıldı. Birleşmiş Milletler Bildirisi'ndeki ilkelerle Hindistan Başbakan’ı Nehru'nu beş ilkesini kapsayan on maddelik bir "dünya barış ve işbirliğini geliştirme bildirisi" oybirliği ile kabul edildi.

Konferansa katılan Türkiye'nin toplantılar boyunca izlediği Batı yanlısı tutum, bağlantısızlık politikası izleyen diğer üçüncü dünya ülkeleri ile ilişkilerinin soğumasına neden oldu.
1955-1962 yılları arasında Çin-Sovyet ilişkileri gergindir ancak tam anlamıyla kopmamıştır.1962 Sovyet kongresinde KRUCHEV ile ZEDONG herkesin önünde birbirlerine hakaretler ederek tartışmışlardır. Çin heyeti kongreyi terk etmişlerdir. Ardından Çin ile Hindistan birkaç ay sonra savaşıyorlar, Sovyetler birliği Hindistan’ı desteklemiştir. Bu tarihten sonra ilişkiler kopmuştur .Çin için artık düşman Sovyetler birliğidir.
ZEDONG ,1962’den sonra iç politikada ekonomiyi geliştirmek için ‘’Büyük Sıçrama ‘’ politikasını hayata geçiriyor. Bu politikaya göre Zedong ,
1-Komünizmi Çin’in şartlarına uyarlamaya çalışıyor
2-Toprak reformuna girişiyor
3-Merkezden planlanmış bir ekonomik anlayış uygulamaya çalışıyor
4-Çin köylüsünü olabildiğince eğitmeye çalışıyor
5-1966’da Kültür Devrimini başlatıyor
6-Komünizmin ruhuna uygun insan yetiştirmeye çalışıyor
7-Çin’i tanıyan ilk ülke 1964 Fransa’dır
8-1971 yılında HENRY KİSİNGER, ABD ile Çin arasındaki ilişkileri inşa etmeye çalışmıştır. Böylece Çin, BM daimi üyeliği elde etti.
1972 Şubat’ta ABD Başkanı NİXSON Çin’i ziyaret ediyor, ABD – ÇİN ilişkileri resmen başlıyor. Bu tarih ABD’nin Çin’i resmen tanıdığı tarihtir.
1972’de Çin-ABD  işbirliği antlaşması yapılıyor. Bu antlaşmada  ‘’Asya bölgesinde ABD ve Çin ‘in dışında başka hiçbir devlet gücünün hegemonyası kabul edilmeyecek ve başka bir gücün hegemonya girişiminin de bulunması durumunda iki ülke o ülkeye karşı birlikte hareket edecek’’ denilmiştir.
1976’da MAO ZEDONG öldü.
1977 yılında DENG XİAOPİNG iktidara geldi, Çin ‘in ikinci kurucusudur.
MAO ZEDONG’u   Ortadoks bir komünist olmakla eleştirir.
1977’den sonra ‘’OPEN DOOR(Açık kapı)’’ denilen ekonomik bir politika uygulamıştır.
Serbest piyasa ekonomisini benimsemiştir.
En önemli serbest ticaret bölgesi ŞANGHAY ’dır.
Çin 1977’den sonra genellikle 2 haneli oranlarla büyümüştür. Büyüme oranı %10 üzerindedir.
Çin neden bölgesel bir güç iken küresel bir güç olamıyor? Bilindiği üzere ABD’nin  devlet tahvilleri Çin’in elinde bu kadar büyük ve güçlü bir devlet neden küresel bir güç değil? Burada Çin’in dış politikadaki serbestisi ortaya çıkıyor dış politikasını belirlerken din, dil ,ırk ve yönetim bakmaksızın ticaret yapıp karına bakmaktadır  ve bu da Çin’i ticarette ilk sıralara taşıyor.  Her ne kadar güçlü bir devlet olsa da kendi içinde yaşadığı sorunlar göz ardı edilemez.
Çin’i düşündüren en önemli mesele içinde bulunduğu toplumun sosyal refah düzeyinin mevcut ekonomik gücüyle uzaktan yakından ilgisinin olmamasıdır. Çin içerisinde etnik ve dinsel anlamda birçok toplum yer almaktadır. Örnek verecek olursak Sincan Uygur Özerk Bölgesi(Doğu Türkistan),Tibet, İç Moğolistan gösterilebilir.
Tayvan , Hong Kong ve Makao(1999)  bu gibi şehirler Batı ile çok içli dışlı oldukları için buradaki yaşam standartları daha yüksektir. Çin hükümeti buralara girişleri kısıtlamıştır.

                                        ABDURRAHİM ZARARSIZ
GİRESUN ÜNİVERSİTESİ 
ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ
 







13 Nisan 2017 Perşembe

AVRUPA'DA İSLAMOFOBİ ALGISI



İslamofobi artık Müslümanlara yönelik sadece retorik düzeyde bir nefret söylemi olma eşiğini çoktan aştı ve okul, iş yeri, cami, toplu taşıma araçları ve sokakta Müslümanlara yönelik fiziki saldırılarda kendini gösteren somut bir düşmanlık halini aldı. Yabancı korkusu ve İslamofobi birbirinden bağımsız olarak analiz edilemeyeceği gibi her ikisi de göç olgusu ile ortaya çıkan kavramlardır. Avrupa’da özellikle 1970‟lerle birlikte önyargı temelli olarak ortaya çıkan bu iki kavramın tezahürü göçün negatif göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Küresel ölçekte göç gerçeğinin ve aktörlerinin ‘’kabul görme algısı‟ idealize edilmesine rağmen günümüzde Avrupa’nın göç eden ve göçmen kökenli olanlar ile birlikte yaşama kültüründe problem olduğu göze çarpmaktadır. Zira göç eden ve göçmen kökenli olanların ‘’öteki‟ olarak karşılanması tehdit unsuru ile paralel algılanmakta ve ötekinin bir güvenlik problemi doğuruyor düşüncesi yabancı korkusunu tetikleyen temellerin başında gelmektedir. Yabancı korkusu ise pratik yaşamda yabancı düşmanlığı şeklinde radikalleşirken islamofobi de benzer şekilde yabancı korkusunun bir türü olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslam’ın ortaya çıkışından itibaren tarihin, Doğu ve Batı ya da Müslüman Dünyası ve Hıristiyan Dünyası (Christendom) olarak kurgulanan iki dünya arasında askeri, siyasi, ekonomik, dini ve sosyo-kültürel çekişmelere sahne olduğu bir gerçektir. Bu çekişmelerin tarihten gelen korkuları sürekli diri tutma ve yeni şartlar altında yeni korkuların ortaya çıkması noktasında önemli bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Günümüzde ise gerek tarihten gelen korkuların ve gerekse son yıllarda, gerekçesi ne olursa olsun, yaşanan terör olaylarının demokrasi ve insan haklarının beşiği olarak kabul edilen Batı dünyasında Müslümanlara karşı var olan ön yargıları iyice pekiştirdiğini ve gün yüzüne çıkardığını gözlemekteyiz. Bu ön yargıları besleyen bir başka unsur da Müslümanların kendi dünya görüşü ve geleneksel yaşam tarzlarıyla artık Batı toplumlarının sosyal yapıları içinde kendilerine rol edinme çabalarıdır. Yükselen İslamofobi'nin Avrupa Kimliğine Etkisi, inşacı yaklaşım ile Hristiyan ve Müslüman kimliği arasındaki ihtilaf sürecini açıklamaya çalışmıştır. İslamofobi algısını oluşturan dinamikler kapsamında karşıt kimliklerin nasıl oluştuğu ile çok kültürlü yapının ve çok kültürcü politikaların kolektif kimliğe etkisi irdelenmiştir. 1960'lı yıllardan itibaren sanayi alanındaki atılımlarla ekonomik ve sosyal kalkınmayı başarılı bir şekilde gerçekleştiren Avrupa Birliği ülkelerinde fabrikalarda çalışacak iş gücüne ihtiyaç duyulmaya başlamıştır. Bu yıllarda ülkelerine göçmen gelmesine izin veren, hatta bunu özel programlarla da teşvik eden AB ülkeleri, 90'ların sonuna doğru katı bir sınır kontrolü politikası gütmeye başlamış ve göçmenlerin ülkelerine girmesini engellemeye çalışmıştır. Bu politikalar zamanla kamuoyuna yabancı düşmanlığı şeklinde tezahür etmiş özellikle sağ muhafazakar partilerin popülist propagandalarına malzeme edilmiştir. Bu propagandaların önemli bir kısmı İslam karşıtlığı üzerinden yürütülmüştür. Bu da bizi şu gerçeğe götürmektedir: Kimliğin ve kültürün inşası için yaşanmış bir tarih duygusunun, ortak toplumsal belleğin ve geleneklerin, sürekli canlı tutulması gerekir. Kolektif belleğin oluşmasında biz ve öteki kavramlarının canlı tutulabilmesi, içerme ve dışlama koşullarının sürekliliği çok önemlidir. Ancak AB'nin, içinde barındırdığı çeşitli ulus devletler, farklı kültürler ve dinler, kolektif kimliğin ya da başka bir deyişle bir üst Avrupa kimliğinin oluşumundaki engellerden sadece birkaçıdır. Ortak bir üst kimlik yerine farklı kimliklerin kültürlerini ötekileştirmeyen farklı bir kavram da ortaya atılmıştır: Çok kültürlülük. Bir zamanlar karşılıklı anlayış çerçevesinde geliştirilmiş olan bu kavram, sonraları devam ettirilememiş, ülkelerin sırasıyla, kavramın iflas ettiğini açıklamasına neden olmuştur. İçerideki farklılıkların yanı sıra dış dinamiklerin de çok kültürlü yapının iflasına zemin hazırladığı bir gerçektir. 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a yapılan terörist saldırılarla birlikte, batıda 1980’lerden bu tarafa genel olarak Müslümanlar ve özelde ise İslami köktencilik ve İslami hareketlere yönelik derinden derine gelişen tedirginlik, kuşku ve güvensizliğin yerini açık bir Islamophobia (İslam fobisi) ya da Halliday’in deyimiyle  “Müslüman karşıtlığına bıraktığı gözlemlenmektedir Müslümanlara ve İslami hareketlere karşı kıta Avrupası’nda, İngiltere’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde gelişen bu tarihte eşine az rastlanır kuşku ve husumetin önde gelen sebeplerinin başında Batı medyasının İslami   ve Müslümanları, terörle, terörizmimle, fanatiklik ya da radikallikle çok sık ve bilinçli olarak yan yana hatta iç içe  göstermesi gelmektedir. Bu konuda gerek görsel gerekse yazılı medya organları sorumsuz ve önyargılı davranabiliyorlar. Fox, CCN, BBC gibi dünyanın dört bir yanını bir ahtapot gibi sarmış devasa medya kuruluşlarının bu konuda son derece duyarsız ve hatta yanlı davranmasının payı da ihmal edilemeyecek derecede büyüktür. 11 Eylül saldırılarından sonra İslam'ın terörizm ile birlikte anılmaya başlamasıyla AB içerisindeki Müslüman kimlik ötekileştirilmeye, bir düşman olarak görülmeye başlamıştır. AB üyesi ülkeler son yıllarda her ne kadar sınır kontrollerini katılaştırsalar da kaçak yollardan gelen göçmenlere engel olamamaktadır. Aslında göçmenlerin yasal yollar dışında AB ülkelerine gelmeleri, bu grubun insan hakları ve işçi hakları sözleşmelerinden mahrum kalmasına neden olmuştur. Aslında güvencesi olmayan ucuz iş gücü, küreselleşmenin ve kapitalist ekonomik sistemin çok da karşı çıkmadığı bir durumdur. Fakat yine de bu durum, sağ muhafazakar partilerin; göçmenleri, popülist söylemlerine malzeme etmesine, ırkçılığın ve milliyetçiliğin yükselmesine engel olamamıştır.

2015 raporunun açıklanmasından bugüne kadar geçen süre zarfında İslamofobi ile mücadelede çok az ilerleme kaydedildi. 2016 ülke raporları dikkatle incelendiğinde Avrupa’da demokrasi ve insan haklarının gün geçtikçe daha da kötüye gittiği görülüyor. İslamofobi, Avrupa’daki Müslümanların özellikle gündelik yaşamlarında daha da görünür hale geldi. Bugün gelinen noktada İslamofobi artık Müslümanlara yönelik sadece retorik düzeyde bir nefret söylemi olma eşiğini çoktan aştı ve okul, iş yeri, cami, toplu taşıma araçları ve sokakta Müslümanlara yönelik fiziki saldırılarda kendini gösteren somut bir düşmanlık halini aldı.

Merve UYSAL 
GİRESUN ÜNİVERSİTESİ 
ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ
GİSAT YÖN. KUR. BAŞKAN YRD.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Fırat Kalkanı / DAİŞ ile Mücadele / Muhtemel Rakka Operasyonu / Suriye

Bölümümüz hocalarından Doç. Dr. Yalçın SARIKAYA hocamızın Trt Avaz a 9 Eylül 2016 tarihli yayında, yapmış olduğu değerlendirme...
Neden geçmiş tarihteki bir değerlendirmeyi paylaşıyoruz onu videonun tamamını izleyince anlayacaksınız.


8 Nisan 2017 Cumartesi

Putin'den İlk Açıklama

ABD'nin Suriye hava üssünü vurmasının ardından tüm dünyada gözler Rusya'ya çevrildi. Rusya'dan ilk açıklamalar peş peşe geliyor.



Rusya Devlet Başkanı Putin, ''Saldırı ABD ile olan ilişkilerimize zarar verdi'' dedi. Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni acilen toplantıya çağırdı. Rusya'nın sahada yanıt vermek yerine diplomatik olarak operasyonun meşruiyetini tartışmaya açmaya hazırlandığı yorumu yapılıyor. PUTİN: SALDIRI İLİŞKİLERİMİZE ZARAR VERDİ Rusya Devlet Başkanı Putin,  ''Saldırı ABD ile olan ilişkilerimize zarar verdi'' dedi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Danışmanı Dimitry Peskov, gazetecilere yaptığı açıklamada, "Devlet Başkanı Putin, ABD’nin bu saldırısını bağımsız bir BM üyesine yapılmış olan bir saldırganlık olarak gördüğünü, bunun da uluslararası kurallara aykırı olduğunu söylüyor. Putin, ABD’nin Suriye saldırısı ile dünya kamuoyunun Irak’ta meydana gelen sivil kayıplarını gözlerden uzak tutmaya çalıştığına inanıyor" diye konuştu. KREMLİN: YAPAY SEBEPLERLE DÜZENLENMİŞ SALDIRI Kremlin Basın Sözcüsü Dmitriy Peskov, ABD'nin Suriye'de rejime ait üsse hava saldırısı düzenlemesiyle ilgili, "Egemen bir devletin uluslararası haklarının ihlalidir. Yapay sebeplerle düzenlenmiş saldırıdır." dedi.       RUSYA, BMGK'YI ACİL TOPLANTIYA ÇAĞIRDI  Rusya Federasyon Konseyi Savunma ve Güvenlik Komitesi, BMGK'yı konuya ilişkin acil toplantı yapmaya çağırdı. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova ise "Bakanlık, yakın zamanda konuya ilişkin açıklama yapacak" dedi. RUSYA DEVLET DUMASI: AKILALMAZ BİR ŞEY Rusya Devlet Duması Savunma Komitesi Bakan Yardımcıısı Yuriy Şvytkin,Washington’un Suriye üssüne yaptığı füze saldırısının ABD'nin çifte standartlarının yansıması olduğunu öne sürdü.  Şvytkin, ‘ABD’nin Rusya’da DEAŞ’ı kendi jeopolitik çıkarlarına göre kullandığını görüyoruz. Bugün terörle, DEAŞ ile mücadele eden güçlere, yani Humus’taki askeri üsse saldırılması akılalmaz bir şey. ABD'nin kime karşı savaştığını soruyoruz? DEAŞ’e mi yoksa DEAŞ ile mücadele eden güçlere mi?" diye konuştu. ''BM ÜYELERİNE KARŞI AGRESİF BİR EYLEM'' Rusya Federasyon Konseyi Savunma Komitesi Başkanı Viktor Ozerov, ABD’nin Suriye bombardımanını, "BM üyelerine karşı yapılan agresif bir eylem" diye nitelendirdi. Rus haber ajansı Ria Novosti’de yer alan habere göre, Federasyon Konseyi Savunma Komitesi Başkanı Viktor Ozerov, ABD’nin Suriye’ye karşı giriştiği saldırıyı "Bu eylem BM üyelerine karşı yapılan agresif bir eylem" diye nitelendirerek, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nin toplanmasını talep edeceğini açıkladı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi olmayan üyesi Bolivya da daha önce yaptığı açıklamada, ABD’nin Suriye’nin Shayrat Hava Üssü’ne düzenlediği roket saldırısı görüşmek üzere Güvenlik Konseyi’nin acilen toplanmasını istedi. ''OLUMSUZ SONUÇLARI OLACAK'' Öte yandan Rusya'nın BM Daimi Temsilci Yardımcısı Vladimir Safronkov, ABD'nin Suriye'ye askeri müdahalesinin "olumsuz sonuçları" olacağını söyledi. Safronkov, BM Güvenlik Konseyi'nde İdlib kentinde düzenlen kimyasal saldırının görüşüldüğü kapalı oturumun ardından gazetecilere açıklamalarda bulundu.Vladimir Safronkov, askeri müdahalenin "olumsuz sonuçlarından bu şüpheli ve trajik girişimi başlatanların sorumlu olacağı" uyarısında bulundu.Olumsuz sonuçların ne olacağının sorulması üzerine Safronkov, "Irak'a Libya'ya bakın." cevabını verdi.


6 Nisan 2017 Perşembe

ABD ve Rusya'nın PYD rekabeti | ANALİZ

Türkiye beraberce kurmayı talep ettiği, fakat uluslararası koalisyondan bir türlü destek alamadığı güvenli bölgeyi resmen oluşturdu

 Saslanbek İsaev

Fırat Kalkanı operasyonun başarıyla sonuçlandığının Başbakan Binali Yıldırım tarafından ilan edildiği günlerde, bütün dikkatler yine Suriye’nin kuzeyine çevrilmiş durumda. Türkiye beraberce kurmayı talep ettiği, fakat uluslararası koalisyondan bir türlü destek alamadığı güvenli bölgeyi resmen oluşturdu. Güvenli bölge oluştururken siyaseti, diplomasiyi ve askeri gücü bir arada kullanan Türkiye, bugün ikinci aşamaya geçmiş bulunuyor. DEAŞ’ı sınırlarından uzaklaştıran Türkiye, diğer terör örgütlerini de aynı şekilde uzaklaştırma hakkına sahip.
Günümüzde diğer devletlerin yaptıkları eylemlere de bakıldığında görülüyor ki her ülke kendisini tehdit eden terör örgütlerine karşı, sınır tanımaksızın müdahale hakkını saklı tutuyor. Bu hak ABD ve Rusya başta olmak üzere bir çok ülkenin anayasasına da girmiş durumda. Türkiye meclisin kararıyla sınırları dışında askeri güç kullanabiliyor. Fırat Kalkanı operasyonu bunun başarılı örneklerinden biri. Fakat yeterli mi?
Suriye’de devam iç savaşın geldiği noktada, Türkiye’nin bin kilometreye yakın sınırı terör örgütlerine teslim edilmişti. Buna Irak’ın kuzeyini de eklediğimizde ortaya çıkan resimde, memleketin güneydoğu ve doğu sınırlarının da terör örgütlerin etkisine açık olduğu görülüyordu. Türkiye haklı olarak Suriye’nin kuzeyinde Batı’nın desteğiyle kurulmakta olan terör devletine de müdahale edebilir. Fakat bu müdahale nedeniyle Batı ile karşı karşıya geldiğinde, sahada Rusya’nın ortaya çıkması işleri hayli karıştırdı.

DEVRİME İLK BALTAYI VURAN DA PYD/PKK

Rusya Türkiye ile ortak çabalarla başlayan Astana sürecini baltalayarak PYD’ye destek oldu. Afrin’e Rusların konuşlanması, Münbiç kırsalında PYD’nin Ruslarla anlaşarak bazı köyleri Esed’e devretmesi Türkiye’yi rahatsız etse de, bundan asıl rahatsızlık duyan ÖSO olmuştur. Kobani olayları öncesinde PYD/YPG kuvvetlerini oluşturduğunda ilk saldırdığı hedef ÖSO idi. ÖSO’yu sürekli “çete” olarak tanımlayan PYD, ÖSO’nun özgürleştirdiği yerleşim birimlerine PKK’nın yardımıyla saldırarak oraları kontrol altına almıştı. Bu süreçte ilk yardımı Esed rejiminden alan YPG güçleri, DEAŞ ortada yokken muhaliflere karşı güç kullanmıştı. İslami tabanı olan Arap ve Türkmen güçlerinin tamamını da çete ilan etmişti.
Devrime ilk baltayı vuran da PYD/PKK idi. Fakat Esed rejimiyle ilişkilerini kamufle eden PYD’ye muhalifler tarafından müdahale edilmedi. Özgürlük ve demokrasi için direnen ÖSO güçleri birinci hedef olarak Esed rejimini görmekteydiler. Hatta Salih Müslim o dönem Türkiye’de ve dünyada Esed rejimine muhalif olduklarını iddia ediyordu. Devrimin başında hak ve özgürlükler için savaşıyoruz diyen PYD/YPG bugün resmen Arap bölgelerini işgal etmekte, yönettiği bölgelerde ise dikta rejimi uygulamaktadır. İslami hassasiyetleri güçlü olan Kürtler ve Araplar “DEAŞ” ya da “çete” yaftası vurularak PYD’nın kontrol ettiği bölgelerden sürüldü, mal varlıklarına el konuldu ve evleri de PKK’nın hücre evleri haline getirildi. Bölgesel yönetim adı altında oluşturulan köy, ilçe ve şehir yönetimlerini halkın seçtiği iddia edilen Rojava’da, bu meclislerin kontrolünün PKK tarafından atanmış dağ kadrosunda olduğu medyada yer bulmuyor. Zahirde bir ‘halk yönetimi’ algısı oluşturulurken gerçek yönetim, bu ‘sivil’ meclis başkanlarının arkasında gölge gibi saklanan yeşil askeri üniformalı PKK’lı teröristlere ait.
Batı Baas rejimini değiştirirken PKK’nın ‘komünist’ diktasını destekliyor. Batı (özellikle de ABD), bir yandan SSCB’nin dağılmasını geçen yüz yılın demokrasi zaferlerinin en büyüğü olarak kabul ederken ve bununla övünürken, bugün Ortadoğu’da Baas rejimlerini yıkmak için yaptığı müdahalelerle Türkiye sınırında niçin yeni bir “komünist” diktatörlüğü destekliyor sorusu esaslı bir soru, fakat bu yazının konusu değil.

RUSYA VE ABD TERÖRİSTLERİ ELDE TUTMAK İÇİN Mİ YARIŞIYOR?

Suriye’nin kuzeyinde suni olarak kurulmuş bir terör bölgesi olan Kuzey Suriye Federasyonu/Rojava, aslında Suriye devleti başta olmak üzere Rusya ve Türkiye için de sorun. Bölge, Türkiye’yi doğrudan tehdit eden PKK gibi ayrılıkçı terörist örgütlere sığınak ve lojistik destek sağlayan bir alan haline gelmiş durumda. Rusya için ise DEAŞ’tan sonra Suriye’de en büyük soruna sebep olacak bu yapılanma, Suriye’nin bütünlüğünü savunan Rusya’ya karşı direnebilecek tek örgüt olacak. ABD başta olmak üzere Batı’ya sırtını dayayan PYD/PKK, bugünlerde Rusya ve Esed’i oyalasa da, asıl niyetinin bağımsız bir devlet kurmak olduğunu her fırsatta dışa vuruyor.
Kuzey Suriye Federasyonu’nu ilan etmeden önce ‘başkent’ arayışında olan PYD, Suriye topraklarının derinlerinde, Türkiye’nin müdahale etmeyeceği uzaklıkta bir şehri belirlemeye çalışıyordu. Haseke şehrini Esed rejiminden tamamen koparmak için attığı adımlar sıcak çatışmaya sebep olmuştu. Esed rejimi ise YPG’ye karşı hava güçlerini kullanmıştı. Rusya ve İran’ı karşısına almamak için Haseke’den vazgeçmiş gibi görünen PYD gözünü Rakka’ya çevirmiş durumda. DEAŞ’ın elinden alınacak olan Rakka, başka bir terör örgütün başkenti olma ihtimalini taşıyor. Rakka’yı elde ettikleri zaman Suriye’nin petrol ve su rezervlerin büyük kısmını kontrol altına alacak olan PYD, Suriye’nin üçte bir kadar bir toprağa da sahip olacak. AB’nin ve ABD’nin verdiği askeri yardımlarla güçlenen örgüt, ‘devletleşme’ sürecini da tamamlamış olacak. Yani Rakka’dan sonra Suriye topraklarında fiilen Batı’nın kabul ettiği ve desteklediği bir terör örgütün devleti kurulmuş olacak.

RUSYA, PYD'NİN OYUNUNUN FARKINDA

ABD ve AB Suriye’de, Rusya’nın Gürcistan’da uyguladığı işgal politikasını uygulamış olacak. Rusya nasıl Güney Osetya ve Abhazya için tek taraflı tanıma işlemiyle işgali resmileştirmeye gittiyse, ABD ve AB de bunu Suriye’de yapıyor. Rusya bu oyunun farkında ve Kürtlere alternatif olarak geniş bir özerklik teklif ediyor. Rusya’nın teklifi, kendi federasyonunda Tatarlara, Çeçenlere veya diğer etnik gruplara verdiği hakla benzeşiyor. Tabii ki Rusya’da bu özerkliğin kalıcılığı federal merkeze bağlı. Rusya’da 2000’lerin başında federatif bölgeleri birleştirerek üniter devlete dönüşme denemeleri yaşanmıştı. Üniterleşme konusu Kafkasya’nın birçok kavminin kaygısı olmaya bugün de devam ediyor. Kısacası Rusya Kürtlere, Suriye devletinin bütünlüğünün korunduğu eski sistemin bir parçası olmayı teklif ediyor. Bunu da dış kaplaması güzel, fakat içi çürük bir şeker gibi sunmakta.
PYD’nin bu şekerin içinden ne kadar haberdar olduğu bilinmiyor ama Rusya’yı ve Esed rejimini kritik dönemlerdeki bazı adımlarıyla uyutmayı başardığı ortada. Özellikle Afrin ve Münbiç’te Ruslara sağlanan hareket rahatlığı, Trump yönetimin nihai kararına kadar onları oyalamak ve Türkiye’nin ilerlemesine engel olmak için atılan adımlar. Rusya’nın bu kadar saf olduğu ve bunu görmediği düşünülmez. Rusya PYD’nin bu oyunun farkında ama var olan durumda daha fazlasını yapamıyor.

ASKERİ ÜSTÜNLÜK İÇİN KARA GÜCÜ GEREKLİ

Suriye iç savaşında başarı elde etmek için sadece hava üstünlüğünün yeterli olmadığını savaşın seyri göstermiştir. Rusya hava üstünlüğü olmasına rağmen Halep'i alamamıştır. Palmira’yı aldıktan sonra kaybetmiş ve daha sonra kendi askerlerini da kara harekatında kullanarak DEAŞ’tan geri almayı becerebilmiştir. Sonuçta Suriye savaşında başarılı olmak için siyasi güç, kara harekatı için askeri varlık ve hava üstünlüğü ihtiyacı var.
Rusya siyasi güç ve hava üstünlüğü sağlarken sahada İran’a muhtaçtır. Halep anlaşması döneminde Rusların da kabul ettiği gibi İran Rusya ile ters düşmüştü. Hatta Rus medyasında çıkan haberlerde, Rusların İran’ın milislerini sabotaja kalkıştıklarında güç kullanmakla tehdit ettiği yazılmıştı. Esed rejiminin kara gücünü kontrol ettiği bölgeleri elinde tutmak için bile yetersiz olduğu, Palmira’nın düşüşüyle ve muhaliflerin Hama ve Şam kırsalı operasyonlarıyla ortaya çıkmıştır. Rusya Suriye’de siyasi kazanımlarını elinde tutmak için kara gücüne ihtiyaç duymaktadır. Rusya ‘Afganistan sendromu’ dediğimiz korkusu yüzünden, Suriye’de geniş çaplı bir kara harekatı yapmamaktadır. 2018 seçimleri ve Ukrayna sürecinde maruz kaldığı ekonomi yaptırımlar sonucunda zorda kalan Rusya, bugün kendi askerlerini Suriye’ye sürmekten çekinmektedir. Fakat Rusya’nın sahada kendine bağlı kara kuvvetlerine olan ihtiyacı her geçen gün daha da arttığı için, Kürtlerin bir kısmını da olsa kendi tarafına çekme çabaları devam edecektir.

BATI'NIN TUTUMUNU DEĞİŞTİRMESİ MUHTEMEL GÖRÜNMÜYOR

Rusya’nın bir diğer meselesi ise ABD’nin Suriye’deki varlığını azaltmak veya tamamen sona erdirmektir. Bunun için Rusya Batı’nın terörist olarak görmediği PYD/YPG yapılanmasıyla diyalog kurmaya çabalıyor. ABD ve AB ise eğiterek, silah vererek desteklediği bir örgütü Rusların eline teslim etmemek için Türkiye’yi bile gözden çıkarmış gibi görünüyor. Özellikle AB’nin Erdoğan korkusu bu desteği güçlendiriyor. Fırat Kalkanı ile bağımsız adım atabildiğini ispatlayan Türkiye’ye karşı bir enstrüman olarak da gördükleri PYD/PKK terör örgütünden vazgeçmeyen Batı, Rusya’nın ve Türkiye’nin itirazlarına da aldırış etmiyor. Trump’ın İslamofobik kararları ve AB’de hızla yaygınlaşan aşırı sağın göçmen korkusu, Batı’nın bu duruşunda bir değişim olmayacağını gösteriyor. Batı’nın İslamofobisi onu ‘komünist’ teröre destek vermeye kadar götürmüştür ve bu değişecek gibi görünmüyor.
“ABD ve Rusya bir terör örgütü için mi yarışıyor” sorusuna cevap aradığımızda, kuzey Suriye’de teröre karşı mücadele verdiklerini savunan bu güçlerin, an itibarıyla bir terör örgütünü kontrol edebilmek için yarışa girdiğini gözlemlemekteyiz. Fakat Türkiye için bu yarışın eksileri olduğu gibi artıları da var.

İLAN EDİLMEMİŞ SAVAŞ

Rusya ve ABD’nin öncülüğünde Batı, Rakka savaşında DEAŞ’a karşı savaşmaktansa Suriye’de üstünlük elde etme yarışına girecektir. Dünya devleri Suriye iç savaşını vekalet savaşı taktikleriyle Suriye’nin iç meselesi olmaktan çoktan çıkarmış bulunuyorlar. Bir nevi yeni dünya savaşına dönen Suriye savaşının yanı sıra Irak ve Ukrayna sorunuyla Rusya, ABD ve AB resmen ilan edilmemiş bir savaşı yaşamakta. Ortadoğu cephesi olarak adlandırılabilecek Suriye savaşında, Rusya sahada Esed’e ve İran’a teslim olmuş durumunda.
Bu durum Rusya’nın her an oyunun dışında kalması riskini taşımakta. Çünkü İran Irak’ta ABD ile birçok konuda ortak hareket etmektedir ve ABD’nin, AB’nin tekliflerine açıktır. Batı’nın bir gün Rusya’dan İran’ı koparma riski de yüksek. Diğer taraftan Esed ve İran’ın arkasına takılıp bir Şii-Sünni savaşının içine girme ihtimali Rusya’yı hayli korkutmakta. Savaşa dahil olan muhaliflerin hiçbir şekilde Rusya ile sahada işbirliği yapma ihtimali olmadığı göz önüne alındığında, Rusya’nın Kürtlere sarılması, ‘komünist’ olsa bile Sünni güçlerle yakınlaşma çabası olarak okunabilir. Astana sürecini başlatırken de Rusya aynı mantıkla davranmış ve Sünnilere “Ben barış sağlayıcı bir gücüm" mesajı vermeye çalışmıştı. Halep’te yaptığı bombardıman ve katliamlara bakıldığında bu mesaj saçma gelse de, Rusya kendisini böyle görüyor ve bu uydurma imaja Rus devletinin liderleri de inanıyor.

TÜRKİYE'NİN OLMADIĞI ÇÖZÜM MÜMKÜN DEĞİL

Sonuçta Türkiye bölgedeki terörü bitirme çabasındayken, Suriye savaşına dahil olan küresel güçlerin terör kaygısı asgaridir. ABD, AB ve Rusya’nın Suriye’de çeşitli vekaletlerle kendi aralarında savaşmakta olduğu artık gizlenemiyor. Bu güçlerin orada var olmasına sebep oldukları için, Suriye’deki çıkar savaşı bitmeden DEAŞ ve el-Nusra gibi terör örgütlerinin yok edilmesi mümkün değil. Rusya 2018 seçimlerine kadar, radikal İslamcı olarak anılan güçlerin dışında sahadaki bütün güçlerle görüşecek ve kendine müttefik güçler arayacaktır. Tabii ki bu arayışta asıl kaygı, bu güçlerin Esed rejimin yanında yine DEAŞ ve el-Nusra gibi örgütlerle savaşması olacaktır.
ABD’nin desteği ile kurulan Kuzey Suriye Federasyonu/Rojava yapılanması ile Batı’nın Ortadoğu’ya demokrasi aşılama hayali bir mutasyonla sonuçlandı: Suriye’de bu demokrasi ‘komünist’ bir diktaya dönüşürken Irak’ta Sünni-Şii çatışmasıyla kaosa neden oldu. Sonuçta yerel dinamikleri dikkate almadan kendi çıkarlarını dayatan Batı’nın ‘Arap baharı’ sürecinde demokrasi yayma misyonunda büyük başarısızlığa uğradığını tespit edebiliriz. Dünyayı demokratikleştirme işini eline yüzüne bulaştıran Batı’nın artık bu misyonun altında kaldığı aşikardır.
Rusya ve ABD bir terör örgütünü elde etme yarışına girmişken Türkiye’yi hafife alıyor gibiler. Ama sonuçta bölgede Türkiye’nin olmadığı çözüm mümkün değil. Türkiye hem Rusya’ya hem de ABD’ye terör örgütleri ile işbirliği yaparak kazanç elde edemeyeceklerini anlatıyor. Türkiye Suriye’de yaşanan küresel çatışmada haklı olduğu konuları savunurken bağımsız siyaset üretmekle başarı elde edecektir. Sonuçta PYD/YPG terör örgütü bir koz değildir. Bunu ABD algılamıyorsa Rusya algılayabilir.


3 Nisan 2017 Pazartesi

İran’ın Nükleer Enerjisi ve Türkiye

                              

İran, nükleer çalışmaları nedeni ile günümüzde, uluslararası kamuoyunun önemli gündemlerinden biri haline gelmiştir ve bu yönüyle de önemini hala korumaktadır. Peki, İran nükleer çalışmalarıyla dünyanın gündemine nasıl bu şekilde oturmuştur? Nükleer programını uluslararası anlaşmalarına aykırı olarak mı yapıyor yoksa sahip olduğu imkân kabiliyetlerinin kullanılması konusunda ortaya koyduğu niyetler mi sorun yaratıyor?

İran Şahı’nın nükleer enerjiye yönelik politikaları; hem bilimsel açıdan bir birikim olmadığı için hem de sadece büyük güçlerin elinde bulunan bir teknoloji olduğu için sekteye uğramıştır. Yom Kippur Savaşı’nı takip eden günlerde OPEC krizinin yaşanması, İran’ın petrol gelirlerinin dörde beşe katlanmasını ve kendine olan güvenini artmasını beraberinde getirmiş; dolayısıyla 1970 tarihiyle beraber İran nükleer enerji konusundaki girişimlerini üst düzeylere çıkarmıştır. Petrol gelirlerinin de getirdiği etki ile İran 20 yılda 20.000 megavatlık nükleer santral inşa politikasını dillendirmeye başlamış ve İran bu politika için yüksek miktarda kaynak ayırmıştır. Ancak 1979’da gelen “İran İslam Devrimi” bütün girişimleri ve yakınlaşmayı sona erdirmiştir.

2 Nisan 2017 Pazar

HABER

Kerkük'teki bayrak krizinde son durum;


Irak’ın Kerkük kentinde Kürt bayrağı asılmasının ardından Bağdat yönetiminin, kentte sadece Irak bayrağının asılması yönünde karar aldığı  bildirildi
Türkmen milletvekili Hasan Turan, mecliste bugün düzenlenen oturumda Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) bayrağının tek taraflı onayla Kerkük'teki kamu binalarına asılması konusunun oylamaya sunulduğunu belirtti.
Milletvekili Turan, söz konusu oturumda Kerkük'te sadece Irak bayrağının asılmasının onaylandığını ifade etti.
Turan, Kürt milletvekillerinin oturumu terk ederek, oylamaya katılmadığını da sözlerine ekledi.
Meclis oturumunun Selim el-Cuburi başkanlığında 186 milletvekilinin katılımıyla açıldığı ifade edildi.
Türkmen ve Arap üyelerin boykot ettiği 26 Kürt üyenin katılımıyla toplanan Kerkük İl Meclisi'nde geçen hafta salı günü yapılan oylamada kentteki kamu binalarına Irak bayrağının yanında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) bayrağının asılması kararı kabul edilmişti.

Kaynak; http://www.dunyabulteni.net/manset/397241/kerkukteki-bayrak-krizinde-son-durum


1 Nisan 2017 Cumartesi

GİSAT Genel Kurul Toplantısı


GİSAT olarak vize sınavları öncesi son genel kurul toplantımızı gerçekleştirdik. 
Toplantıda Kerkük, Musul'da yaşanılan gelişmeler hakkında konuşuldu. Daha sonra Topluluğumuzun Yönetim Kurulu Başkanı Lokman YILMAZ'ın Rusya'nın Kafkasya Politikası hakkında 30 dakikalık bir sunum gerçekleştirmesi ile toplantımız son buldu.
Toplantımıza katılan arkadaşlara teşekkür ediyoruz...







ORTA ASYA'DA DOĞALGAZ SAVAŞI
       26 milyon metreküplük rezerve sahip olan Orta Asya’ da doğalgaz savaşı Çin ve Rusya, Orta Asya doğalgazında etkin olabilmek için kıyasıya rekabet içeresindedir. Doğalgaz ihtiyacı artan Çin ise bölge ülkelerinden yapacağı enerji tedariği ile elini güçlendirmek adına stratejik adımlar atıyor. Son yıllarda enerji ihtiyacı giderek artan Çinin, bu ihtiyacının Orta Asya doğalgazından karşılamaya çalışmasına karşılık, Türkmen ve Özbek doğalgazının ezeli alıcısı Rusya da bölge doğalgaz piyasasındaki konumunu yitirmemeye gayret gösteriyor. 60 milyar dolar yatırım toplam 26.2 trilyon metreküp ispat edilen doğalgaz rezervleriyle dünyada ispat edilen doğalgaz kaynaklarının yüzde 11.7 sini elde bulunduran Türkmenistan, 2020 yılına kadar enerji sektörüne 60 milyar dolar yatırım yapmayı hedefliyor. Dünya doğalgaz üretiminde 4. Sırada olan Türkmenistan, Rusya’nın yaptırımlarına karşılık doğalgazını sadece Rusya’ya satmaktaydı, günümüzde ise Rusya’nın yanı sıra Çin ve İran’a da doğalgaz ihraç etmeye başlamış durumda. Son dönemlerde doğalgaz ihtiyacı önemli ölçüde artan, dünyanın en büyük doğalgaz tüketicilerinden Çin, 2000 yılında yıllık ortalama 24.5 milyar metreküp, 2008 yılında 80 milyar metreküp doğalgaz kullanılırken, günümüzde ise bu rakam 100 milyar metre küpü aşmış bulunuyor. Çin giderek artan doğalgaz ihtiyacını Orta Asya doğalgazı ile gidermeyi hedefliyor. Türkmenistan- Çin boru hattının hayata geçirilmesi, dünya doğalgaz piyasasının önemli aktörlerinden Rusya’nın da bölge doğalgaz piyasasındaki mevkisini sarsarken, eskiden Orta Asya doğalgazının tek ve değişmez alıcısı konumunda olan Rusya, artık Türkmen ve Özbek doğalgazının alımı konusunda, çinin yanı sıra İran ve diğer bölge ülkeleriyle yarışmak zorunda.

      Dış politika araştırmacılarına göre; Berdimuhamedov döneminde Türkmenistan’ın doğalgaz politikasının başarılı şekilde geliştiğini, Rusya’nın nüfuzunun zayıflatıldığını ve Çin’in bölgeye yönelik dönük çıkarlarına daha çok önem verildiği görüşü benimsenmektedir. Türkmenistan uyguladığı enerji politikası sonucunda dış yatırımcıların ülkenin doğalgaz ve petrol sahalarına yatırımlarını artırmayı başarmıştır. Fakat Türkmenistan’ın 2007 sonrası değişen enerji politikasından dolayı Rusya, Orta Asya doğalgazını uluslararası pazarlara ihraç edebilme yarışında İran ve Çin gibi rakiplerle karşı karşıya kalmıştır. Türkmenistan’ın 2007 sonrasında enerji alanında izlediği ana politika; sahip olduğu zengin enerji kaynaklarını sadece Rusya üzerinden değil çeşitli yollarla dünya piyasasına ulaştırmak olmuştur. 2009 yılında Türkmenistan’ın Rusya ile yaşadığı doğalgaz ihracatı ile ilgili sorun nedeniyle Aşkabat yönetimi, yeni boru hatları için arayışa başlamış ve aynı yıl dünyanın en uzun boru hattı olarak bilinen Türkmenistan-Çin doğalgaz boru hattını inşa etmiş, Ocak 2010’da ise İran’a ikinci bir boru hattı çekilmiştir.

GİRESUN ÜNİVERSİTESİ 
ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ 
AYYÜCE AVVURAN

Ortadoğu ve Petroller

Ortadoğu'nun jeopolitik ve jeostratejik önemi, bölgede bulunan petrol ve doğal gaz kaynakları, devletlerin güç ve rekabet mücadeleler...